Duygularla yaşıyoruz. Üzülüyoruz, seviniyoruz; geriliyoruz, gevşiyoruz; endişeleniyoruz, boş veriyoruz; kaygılanıyoruz, kıvanıyoruz... Duygularımızla yaşıyoruz; olumsuz olanları kalıcılaşabiliyor ve sonunda bunalıyoruz, ruhen çöküyoruz. Sadece ruhen mi? Kan basıncımız artıyor, görüşümüz bulanıklaşıyor, bedenimizden ter boşalıyor, böbrek üstü bezlerimizdeki salgılar çoğalıyor... Fiziksel olarak da hasar alıyoruz. Olumlu duygularımız da kalıcılaşabiliyor. Bu noktada hazza yöneliyor, haz almanın bağımlısı oluy
İnsanların kediler hakkındaki en büyük yanılgısı bir kediyi sahiplendiklerini düşünmeleridir oysa tam tersi doğrudur. Hatta evrende mevcut pek çok akıllı yaratık kediler tarafından sahiplenilmiştir de diyebiliriz. Sekter de tam bunu söylüyor, artık Ahmet Hakan bile kabul etmiş bir kedinin sahibi olamayacağını. Ama dedikodu çok, Sekter onu kadınlarla paylaşmak zorunda kalıyormuş. Kiminle mi? Sokak kedisi ama "Asaf’ın Yerinde" adı Josephine; suratsız ve yalnızlığı seviyor. Özdemir Asaf da bunu biliyor ve "Yal
Yahya Kemal Beyatlı’yı şairliği ile tanıyoruz. “Lale Devri” kavramını ilk kullanan, Türkiye Türkçülüğünün başlangıcını 1071 Malazgirt Savaşı olarak belirleyen bir tarihçi olduğu ise fazla bilinmez. Oysa tarihçi yönü pek çok şiirine yansımıştır. “Sessiz Gemi” Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın peşinde adaya yapılan gemi yolculukları kadar 1903’te Abdülhamit yönetiminden gemi ile Paris’e kaçışından da izler taşır. Genç yaşında yaptığı bu yolculuğun ilerde diplomat olmasına etkisi büyüktür. Ne de olsa yeni
“Taş üşümesi” taş gibi ağır bir söylemdir. Taşında bir dili vardır ve bu yerel olduğu kadar evrenseldir de. Tıpkı çiçeklerin, kuşların, suların dili gibi.
Taş taş üstüne örülen bir yapıda yerini yadırgayan taş üşür. Taşa yeniden şekil verilerek yüzyıllar boyu yerleşeceği yeri bulması sağlanır.
Peki ya toplum üşümüşse...
Aklını kaçıp giden sevdalısıyla gurbete göndermiş Püsküllü Perihan da üşümüş bir taştır. Doğup büyüdüğü mahalleye dönen Kerem öğrencilik ve hapislik yıllarının muhasebesinde kendine
“ Kolay yazabiliyorlar mı, sessizlik mi arıyorlar yoksa yalnızlık mı? Belki de kimsesizlik... Tutkulu okurun yazara sorularıdır bunlar. Bir de "Nerede yazdıkları?" sorusu var, "Nereyi?" sorusuyla beraber. Elbette bir şehirdir bu, edebiyatçıların da "başka bir şey ummadan arkasından gelecek" olan. Esme Aras da "merak"ına yenilerek Ankara’da yazmış ya da Ankara’yı yaşayarak yazmış, ömrünü bu kente vermiş, hayatının bir dönemini burada geçirmiş yazarlar ile edebiyat ve kent kültürü üzerine röportajlarını bu ki
Sabahattin Ali, Sadri Ertem gibi büyüklerine ilk öyküsünü beğendiren ve CHP'nin açtığı yarışmada birinciliği kazanan öyküsünün yine aynı parti tarafından "sosyalist" olarak görülüp Falih Rıfkı Atay ve Reşat Nuri Güntekin'in soruşturmasıyla "aklandığı" bir öykücü. Seçilmiş Hikâyeler Dergisi ve ardından Dost dergisiyle yayımcıya dönüşen bir öykücü. Ancak öncesinde, Orhan Veli ile Nurullah Ataç'ın hesabı ödeyecek paralarının olmamasından dolayı rehin kaldıkları, Ahmet Muhip Dıranas'ın masasına konsomatris dave
Bir masa, diğerlerinden farksız; loş ışıklar altında gizlisiz saklısız. Bir erkek kadınsız, bir kadın erkeksiz; bir masa...
Bir mekân burası herkesin herkesi dışarıda bıraktığı, kimsesizliğin sohbete kavuşturulduğu. Kahkahanın tasaya çerez, müziğin efkâra meze olduğu bir mekân.
Bir âlem burası. Geceleri yaşanan bir âlem. Gündüz insan gece yalan olanların âlemi. Erkeklerin gerçek olamayacak kadar dost, sevgili, koca olduğu;
kadınların evdeki eş olamayacakları kadar gerçek oldukları bir âlem.
Bir sahne burası
Yıl 1937, eski Amerikan Koleji binasında kurulan Kızılçullu Köy Enstitüsü... Bu "taş mektep"in girişinden süzülen ahşap bavullu gölgelerin en sessizidir Ahmet Bilek. Manisa Kula'dan gelmiştir ve 1960 Roma Yaz Olimpiyatları'nda güreşeceği Maxentius Bazilikası'na giden yolun en başındadır henüz.
Müfredatında sporun "besin" kadar önemli olduğu belirtilen bu kurumda heves ettiği güreş, Yaşar Doğu'nun ziyaretinden sonra bir tutkuya dönüşecek; öğretmenden mühendise her meslekten erbabın, sanatçı ve edebiyatçıları
Erzincan'ın Çit Köyü'nde doğdu. O zamanlar, oralarda dutluktu geçim. Çocukluğuna yaşadı, çocukluğunu göremedi; bir gözünden oldu. Türkülerle büyüdü, türküleri büyüttü.
Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'ne girdi. Pertev Naili Boratav'ın öğrencisiydi, Eğin Türküleri bitirme tezi. Şair oldu, komünist oldu. Belki de komünist oldu, şair oldu. Ahmet Kutsi Tecer kötüledi şiirini; o, daha "kötüsünü" de yazdı. Başkaları da beğenmedi. Sansaryan Han'a koydular, çok çektirdiler; kalemiyle ifade vermek yerine taş
Otoriter popülizm dünyanın her yerinde yükselişte! Liderler halka oynuyor, halk da onlara göz kırpıyor. Dünyanın hoşgörü abidesi Hollanda'da aşırı sağcı Özgürlük Partisi sürekli artan bir destek görüyor, Marine Le Pen Fransa'da başa güreşiyor, en gelişmiş sosyal demokrasilere örnek gösterilen İsveç, Danimarka gibi ülkelerde yabancı düşmanı partiler çok güçlü bir destek alabiliyor. Aşırılar değilse de bir beden küçükleri çoktandır iktidarda. Rusya'da Putin, Hindistan'da Modi, Polonya'da Kaczynski,
Filipinler
Başka bir Psikodiyet hikâyesiyle yine birlikteyiz. Yine yeme bozukluğu olan ve birbirini tanımayan 8 kişi, 10 hafta sürecek olan psikodrama grup terapisine alınırlar. Bu kez bedenini sev, ruhunu besle ilkesiyle yola çıkılıyor.
Beslenme ile yaşam arasında inkâr edilemez bir bağ bulunmaktadır. Beslenme tarzımız nasılsa hayatı yaşama şeklimiz de öyledir. Hayatımızda yönetemediğimiz stresler olduğunda besinleri sakinleştirici olarak görmeye başlarız.
Besinlerden bizi rahatlatmalarını bekleriz ve sorunları yiy
Evden her fırsatta kaçan küçük bir çocuğun annesi hiç de telaşlı ve endişeli değildir çünkü onu hemen, karşıdaki müzik aletleri satan dükkânda, piyanoların ayaklarının dibinde bulacağını bilir. O çocuk için müzik ve piyano sevdası, hiç tahmin edemeyeceği bir yaşamı bahşeden derin bir tutkuya dönüşecektir.
Hariciye görevlisi olmak isteyen bu İzmirli genç, babasının ölümü üzerine kendini pavyonlarda müzik yaparken bulur. Ancak bu şehir ona dar gelir ve İstanbul macerasına atılır. Muazzam hevesi müthiş bir ga
Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsü.
Kuşlar kadar özgürdü, açlığa mahkûmdu.
Her şey için vakti vardı, hiçbir şeyin sırası değildi.
Adı G idi, tam olarak bir adı yoktu.
Eşi ve kızı vardı, hiç kimsesi yoktu.
Meslek sahibiydi, şimdi vasıfsızdı.
Arkadaşı yoktu, "ve sahneye K girer."
Toplumların en eşitlikçi olanıydı, toplumların en adaletsizi.
Ütopyaların vatanıydı, gerçeklerin ülkesi.
Var oluşun anlamıydı, yok oluşun mekânı.
Grero'nun devletiydi, Vozdi'nin nefreti.
Değişimin planıydı, dönüşümün unutu
Kimse işçi olmayı istemez. Hele de kaderi ve
tarihselliği işçilik olan köylüler... Toprağından
sökülüp alınanlar için her türden toplayıcılık, avcılık,
aylaklık, boşta gezerlik hatta dilencilik işçi olmaya
yeğdir. Eğer zor olmasaydı. Ama bu zor, salt açlığın
dayatması değildir.
İrfan Yalçın bu gerçeği 400 yıl öncesinin
İngiltere'sinden değil İkinci Dünya Savaşı yıllarında
Zonguldak'tan yansıtıyor bizlere. Bu dönemde
Zonguldak köylülerinin sırtına bindirilen
"mükellefiyet" yani madenlerde çalışma
zorunluluğu
Gün boyu güldüm düşündükçe, bunları yazarken de gülüyorum, ince bir tüy dolaşıyor tenimde
sanki. Gülmeme de saldırdı Usta o gün; gülerken ben, çıraklar, kalfalar da gülüyordu çünkü.
"Kendin gülüyorsun, başkalarını da güldürüyorsun, çalıştırmıyorsun!" diye söylendi. Gözleri mor
mor, şöyle dedi sonra: "Atmadılar seni boşuna, bu yaptıklarından, bu tuhaflıklarından hep!"
Okulunun Ankara'sına taşınan, herkesin "Canım"
demeye mahkûm olduğu bir genç kız. Ağaçlarla
konuşuyor, rüyalarında kuşlarla; kadınlığa uzanan
yolun başında, sevdası eksik bir mecnun. Komşusu
Dede'nin davetiyle girdiği bir işyeri: Ancak
aysarların düşleyebileceği; herkesin, cümbüşün
ortasında kendi yalnızlığını yaşadığı bir park, aydan
park, Lunapark.
İş arkadaşları Baba Cemal, Çingene Nuri, Cüce
Hamdi, Kapıcı Şehmuz ve kafesin içinde bir dev;
uzun, upuzun bir adam: "Afrika Canavarı," Canım'ın
hayvanı.
Zihni
Okyanusların ötesinde adaların çok olduğu bir
coğrafyada, artık hiçbir yerde olmayan bir ülke. Bir
zamanlar gerçek olmuş bir düş, bir "Yokya!" O hayali
devletin, Akdeniz'de, bize çok tanıdık gelecek ama
adı sanı ağza alınmayan, yaşlı Prens Albert'in her
seferinde uğradığı bir sahil kasabasındaki
diplomatik anlamı bilinmeyen tuhaf elçiliği.
Bu ilginç diplomatik görevini kırk yıldır yürüten
Bay Konsolos. Sadece elçiliğin değil tüm kasabanın
Bay Konsolos'udur o: Yerini kimsenin bilmediği,
gidip gelmediği, varl
Bir meyhaneye "Kalem" adını ancak bir gazeteci
verebilirdi belki de. Peki ama gazeteci neden
meyhane açar ki? İşsiz kalırsa açar elbet. Ama öyle
hayallerini süslediğinden, niyetlendiğinden değil.
Kader kılığına bürünmüş biri yüzünden: Kendisi gibi
parasız olan Arkadaş Kerim. Ama sonradan polise
söyleyeceği gibi iç çamaşırı satan bir dükkân da
açabilirdi, Kader'in kılığını kimin çaldığına bağlı
olarak.
Oldukça dolambaçlı yollardan, borç harç, başına
gelmedik kalmadan açılacaktır "mekân." Mal
sahibinin peşind
Toplam 74 kayıt bulunmuştur
Gösterilen 1-20 /
Aktif Sayfa : 1
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için, amaçlarla sınırlı ve gizliliğe uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Çerezleri nasıl kullandığımızı incelemek ve öğrenmek için Çerez Politikamızı inceleyebilirsiniz.